Bahçe kapısında bir papaz. ”Girebilir miyiz?” diyoruz. ”Do you speak english” diyor. ”Anlarız” diyoruz, ”nerelisiniz” diyor. ”Buralıyız, siz neresindensiniz Yunanistan’ın” diyoruz. ”Nereden bileceksiniz” diyor. Başlıyorum saymaya ”bir ay önce Kastellorizo’da, üç ay önce Lesvos’da, iki yıl önce Rodos’ta sonra Santorini’de, altı yıl önce Teselaniko, Komotini, Atina’da, onbeş yıl önce Girit’te, Mikonos’taydım, daha geriye gitmeyeyim” diyerekten, okulun içini de gezebileceğimizi öğreniyoruz. Bakımlı bahçeden geçip, sütunlu ve basamaklı çok şık bir cephesi olan okula giriyoruz. Binayı, İstanbul’da başka binalar da yapmış olan rum mimar Fotiadis yapmış, yıl 1844.
Yerleri pırıl pırıl cilalı olan büyük giriş holünün, sağ tarafında adak mumları, sol tarafta büyük bir ikona ve yakılan mumların konacağı içi kum dolu sehpa var. Bina simetrik. Sağda ve solda uzun ve geniş koridorlar boyunca sınıflar sıralanıyor. Sınıfların kapıları kapalı ama, koridorlara bakan duvarlarda büyük pencereler var.
Sınıfların bazıları sadece sekiz sıralı, bazıları daha büyük. Tahtanın üstünde Atatürk resmi, yanında ”Ne Mutlu Türküm Diyene” hitabesi. Günümüzde lise statüsünde açık olan, ancak öğrencisi olmayan okulda, zamanında din adamları yetiştiriliyormuş. Sadece İstanbul’un değil, ortodoks cematinin diğer merkezlerinin de bu okul çıkışlı patrikleri olmuş. Çoğu 18.ve 19. yüzyıla ait çok değerli el yazması kitapların da olduğu kütüphane, sağdaki koridorun sonunda, revirden sonra.
Giriş kapısının karşısındaki kapıdan çıktığınızda, bahçede küçük bir kilise var. Meryem, İsa ve babaya , yani kutsal ruh üçlemesine (Aya Triada) ithaf edilmiş, kökeni Bizans önemine dayanan bir manastır kilisesi. Bizans döneminde gelenek olduğu üzere adalardaki manastırlar sürgün yerleri idi. Bazı soylular da gönüllü olarak manastırlarda inzivaya çekilirdi. Kasım ayının ortasında bile, tarçın renkli kelebeklerin uçuştuğu, çamlar arasında, denize tepeden bakan bir yerde sürgün olmak da, hiç fena sayılmaz sanki.
Ortodoks dünyasını orada bırakıp, adanın mütevazi evlerinin arasından geçip, enteresan isimli bir caddeye giriyoruz. Eski adı Meryem Ana Yolu olan, Refah Şehitleri caddesi. Bu yol bizi adanın arka kısımlarına kadar götürecek. Ama yol üstünde çok güzel ondokuzuncu yüzyıl evleri var.
Pembe beyaz boyalı olan İnönü Evi, müze olarak ziyaret edilebiliyor. Alt kattaki müştemilatın camını tıklatıp, görevliye evi gezmek istediğimizi söylüyoruz. Çok sade döşenmiş, duvarları İnönü ailesinin resimleri ve tabloları ile dolu üç katlı evi geziyoruz. Merdivenlerdeki camekanda teşhir edilenler arasında, İnönü’nün ve eşinin deniz bornozları da var. Özden Toker’in babaannesi ile yattığı küçük oda, çok sıcak geldi bana. Küçücük odayı, babaanneyle torun paylaştığı için belki de.
Refah Şehitleri yolunun sonunda Askeriye’nin olduğu yerden itibaren, çam ağaçlarının arasında, deniz seviyesinden yirmi otuz metre üstünden yolumuza devam ediyoruz. Burgazada’ya bakan tarafındayız adanın. Ak ve kara balıkçıl kuşlarının kuluçkalama bölgesi olduğu için, yaban hayatı koruma levhaları ve tel örgülerle yolun sağ tarafı denize kadar korumaya alınmış.
Derken, faytoncuların arabalarını ve atlarını bıraktıkları alana geliyoruz. Yüz yüzelli metre sonra, sağa doğru toprak yolu takip edince, Terk-i Dünya diğer adıyla Aziz Spridon Kilisesini görüyoruz. O da kapalı, ama bahçedeki masanın üzerinde bir cep telefonu duruyor.
Etrafını dolaşınca sesler duyuyoruz. Derken görevli de bizi görüyor. ”Bak, bu kış günü ta nerelerden geldik” deyince, açıyor kilisenin kapısını. 1862 yılında Arsenios adında bir keşiş buraya gelip bir kulübe yapmış kendine. Sonra zamanın zenginlerinin katkılarıyla bir manastıra dönüşmüş yapı. Derken, 1894 yılındaki büyük deprem sonucu Terk-i Dünya Manastırı yıkılmış. Ve bir yıl içinde, Abdülhamit’in de yüz altın bağışıyla, daha büyük bir şekilde yeniden inşa edilmiş.
Arsenios da, ölünce bahçede bir mezar yapılarak gömülmüş. Kilisenin ithaf edildiği aziz Spiridon, yalınayak dolaşmış dünyayı, dinini yaymak için. İkonostasın önünde cam kapaklı bir kutu, içinde ayakkabıları. Kırmızı kadife, simli işlemeli.
Tam oradan sola doğru baktığınızda aşağıda Çam Limanı ve plaj, karşıya baktığınızda Atatürk’ün 1924’te yapım talimatını verdiği, çoktan kapanmış Heybeliada Sanatoryum binaları. Bulunduğunuz yamaçtan aşağı doğru bakınca da, yanmış üç hektarlık bir alan görüyorsunuz.
Kilise görevlisi, 2012’de babalar gününde saat ikibuçukta ve muhtemelen piknikçilerin hatasından kaynaklandığını söylüyor. Yanan 140 yıllık kızıl çam ağaçlarından geri kalan kel bir arazi. İyi olan yeniden ağaçlandırma çalışmalarının başlamış olması.
Denizi sağımıza alıp devam ettiğimizde Aya Yorgi manastırına geliyoruz. Kudüs Patrikliğine bağlı bir manastır olduğunu söylüyor bahçıvan. Zaten etrafta başka kimse yok ve içeriye giriş yasak. Manastırın kilisesinin kubbesi gözüküyor.
Hemen denizin yamacında bir uçurumun üzerinde olduğu için Türkler, Uçurum Kilisesi de derlermiş bu kiliseye. Bahçesinde süslü bir mezar var, İngiltere’nin Gemlik konsolosunun eşi imiş kendileri. Gemlik ve konsolosluk? İşte yeni bir araştırma konusu. Bu yaz Ayvalık’ın da bir tarihte bağımsız eyalet olduğunu, İngiltere, Fransa, İtalya gibi ülkelerin Ayvalık konsoloslukları olduğunu okumuştum. Bayan Kangelis’in mezarının mermer kabartma süslemeleri var. Etrafına çakıl taşlarııyla desenler yapılmış.
Adayı çepeçevre dolaşarak yeniden iskeleye geldik. İskelenin karşısında restoranlar ve kafeler sıra sıra. Arkaları da adanın çarşısı, malum tabela kirliliği diz boyu. Adada 1934 yılında yapılmış bir de cami var. Merkezde bir kilise daha, 19.yy. yapısı Aya Nikola Kilisesi. Çan kulesi yerine, bir saat kulesi var. Vapura yetişmek için iyi bir uyarıcı.
Adadaki en güzel oteli de yazmadan geçmeyelim. Halki Palas Refah Şehitleri Caddesi üzerinde 50 yataklı, yandığı için yeniden yapılmış bir 19.yy. mimarisi bina. Lobi ve salonları da dönemine uygun döşenmiş. Şu aralar giderseniz kişi başı 200, iki kişi 300 TL. Biz 17.35 vapuruyla dönüyoruz. Siz sessizlik, çam kokusu, doğayla başbaşa olmak, uzun uzun yürümek, denizi seyretmek, bisiklete binmek, faytonla dolaşmak (!) istiyorsanız, buyrun HEYBELİADA’ya.
Göğüs hastalıkları hastanesinde 3 ay rotasyon yapmıştım 1995 yılında Heybeliada’da . Mutlaka bahar aylarında mimozalar açmışken görmenizi öneririm . Ellerinize sağlık , çok değişik bir açıdan gösterdiniz bize adayı .
Ayvalık devleti ilginç bir ayrıntı.. Araştırmak da ilginç olacak.. Adaya güzel bir bakış için teşekkürler.
Bir denizci eşi olarak ne anılarımız var Heybeli de….Ne güzel gezdirdiniz bizi…Trek-i dünya manastırı gerçekten ilginçtir,benim Kudüs patrikliğine bağlı diğer manastırı da gezme şansım olmuştu,zemin altında çok eski mezarlar var..Teşekkürler Tutu….
Ada sevdanızı anlamamak ne mümkün… İstanbul’da yaşarken sık sık giderdik Heybeliada’ya, şimdi de İstanbul’a yolum düştükçe (ki az olmuyor bu) çoğu zaman gitmişimdir Heybeliada’ya. Çok güzel anlatmışsınız, elinize sağlık.